O Sadettin Teksoy! Ekranların Fenomen Adamı Sadettin Teksoy’u Gittik Bulduk ve Merak Ettiğimiz Her Şeyi Sorduk
24 mins read

O Sadettin Teksoy! Ekranların Fenomen Adamı Sadettin Teksoy’u Gittik Bulduk ve Merak Ettiğimiz Her Şeyi Sorduk

İnsan bazen oturur düşünür ya ‘Hani biri vardı, ne oldu ona?’ diye, bunu ben çok sık yapıyorum. Sık yapmakla da kalmayıp araştırmaya giriyor ve mümkünse gidip kendisini buluyorum. O isimlerin en başında benim için Sadettin Teksoy vardı çünkü o bir fenomen!

Bu röportajı gerçekleştirmeden önce ben normal bir soru cevap yapacağımızı düşünmüştüm ancak Sadettin Teksoy öyle cevaplar verdi ki, neredeyse üniversitede yeniden derse girmiş gibi oldum. O yüzden bu röportaj aynı zamanda bir makale bile sayılabilir.

Herkesin merak ettiği büyük fenomen Sadettin Teksoy’u gittik bulduk ve bakın bize neler anlattı neler?

Siz aslında çok önemli haberlere imza atmış bir araştırmacı gazetecisiniz. Dünya gündemindeki olayları takip edip haber yapan bir gazeteciyken bir anda Teksoy Görevde gibi Türkiye’nin o dönem hiç alışkın olmadığı formatta çok ilginç ve hala konuşulan bir işe imza attınız. Bu geçiş nasıl oldu?

1992 yılında Hürriyet Gazetesi’nden emekli olup Star Televizyonu’na Özel Haber Muhabiri olarak transfer oldum.Televizyonculukta ana haber de 30-45 saniye kuralı vardır. Benim yaptığım haberlerse, 3 ila 5 dakika arasında yer alıyordu. O dönem RTÜK olmadığından haberlerimin arasına reklamlar giriyor, halk tarafından çok konuşuluyor ve de beğeniyle izleniyordu. İki yılın ardından televizyonun Genel Koordinatörü Sayın Özcan Ertuna’dan program teklifi geldi ve 1994 yılı Haziran ayında Prime Time’da TEKSOY GÖREVDE yayına girdi.

Aynı zamanda Saddam Hüseyin’le tarihe geçen bir röportajınız da var. Saddam Hüseyin röportaj için kimseye yanaşmazken siz nasıl ikna ettiniz?

1981 yılında Irak-İran Savaşı’nın en ateşli döneminde, kan ve barut kokulu, gözyaşlarının sel olduğu bir ortamda, Irak eski lideri Saddam Hüseyin ile görüşmeyi başaran ilk gazeteci oldum. Gazete iki gün haberimi manşetten verdi. Yabancı Basın Saddam’ın bana yaptığı açıklamaları alıntı yaparak yayınladı. O dönem Saddam, hiçbir gazeteciyle görüşmüyordu. Benden sonra da görüşmedi. Ayrıca, 14 günlük ‘Humeyni’nin İran’ı’ adlı yazı dizim gazetede bir ilkti. Savaşı her iki cepheden de yıllarca 18 kez izledim. Gazetecilik dönemimde, ünlü Billur Tuz cinayetinin katil zanlısını polisten önce buldum. Suudi Prens kılığına girip yanımda kara çarşaflara bürünmüş sözde eşimle İstanbul’da Araplarla yaşanan sorunları dile getirdim.

Sizce Teksoy Görevde gibi boyutlar arası bir program Türk televizyonlarında yeniden yapılabilir mi?

‘Teksoy Görevde’ ayarında bir program yapılabilmesi için, öncelikle başta bir Sadettin Teksoy’a ihtiyaç var, ona hiç değinmiyorum bile. Buna rağmen şöyle de bir şey var. Şimdilerde herkesin ağzına pelesenk olmuş bir kelime var. ‘Zamanın Ruhu’ deniyor. Kökeni Alman filozof ve tarihçi Johann Gottfried Herder’in “Zeitgeist” terimidir. Zamanın Ruhu ya da Çağın Ruhu da diye biliriz. Bunu kavrayabilmek için içerisinde yaşadığınız toplumu ve çevreyi çok iyi özümlemeniz gerekir. Bu da nasıl olur; sosyoloji yani toplumbilim ile. Norbert Elias, Max Weber ya da Talcott Parsons’ın toplumsal eylem teorisi veya Pierre Bourdieu’nun bir sosyal grubun eğilim ve alışkanlıklarının bütününü tanımladığı ‘Habitus‘ kavramını bilmek gerekir. Yani; C. Wright Mills’in bahsettiği gibi yaşadığınız dönemle ilgili sosyolojik bir tahayyül yapmanız gerekiyor.

Örneğin; BACH motifi diye bir kavram vardır. Johann Sebastian Bach’ın müzikal motiflerinde, daha doğrusu ‘Barok Dönemi‘ndeki müzik üzerinde Güney Avrupa’nın zengin melodik özellikleri hakimiyet kazanmıştır. Mesela bilinenin aksine, ‘Cadı’ duruşmalarının yaygınlaştığı dönem Orta Çağ değil aslında Yakın Çağ’dır. Bunu da Cadılar üzerine görsel tasvirlerin on beşinci yüzyıldan itibaren yapılmış olmasından biliyoruz. Engizisyon on üçüncü yüzyılda kuruluyor.Ancak, daha çok o dönem Heretiklerle uğraşmaktaydılar. Zamanın ruhunu yakalamak için insanın yaşadığı çağı iyi kavraması gerektiğinden bahsettim. 

Fakat şöyle de bir şey var ‘TEKSOY GÖREVDE‘ zamanın ruhunu yakalamıyordu, içinde bulunduğu, o çağa yön veriyordu. Sonrasında birçok benzeri program yapıldı, benim gibi giyinen ya da konuşma tarzımı taklit eden sayısız insan çıktı, fakat olmadı. Çünkü o programı ben yaptığım için farklıydı. Ayrıca ben, aslında programı tamamen metafiziksel bir yolculuk olarakT asarladım. Şöyle ki, evinde bulunan her bir seyirci, ‘TEKSOY GÖREVDE’ programı sayesinde dünyanın dört bir tarafına seyahat ediyordu ve her hafta bilgi ve gizem dolu yeni bir maceraya atılıyordu.

Klasik Alman bestecisi Richard Wagner’in ‘Nibelung Yüzüğü’ adlı bir operası vardır. Kaynağını; İskandinav Mitolojisi, Sagaları ve Antik Yunan Mitolojisi’ndeki  tragedyalardan alır.

Benim programlarımın da temelinde, büyük bir emek, büyük bir alın teri ve derin düşünce içeriyordu. Konuşma tarzım ve üslubum farklıydı, çünkü edebiyatın ‘Demir Leblebisi’ olarak anılan Marcel Proust ve James Joyce dahil, Hermann BrochRobert MusilGertrude SteinVladimir Nabokov ya da Thomas Mann gibi modern klasik yazarların eserlerine hakimdim. Özellikle de William Faulkner ve Virginia Woolf gibi usta yazarların uyguladığı bilinç akışı tekniği anlatımına odaklandım. Hangi kelimeleri nerede kullanarak bir cümleyi nasıl ölümsüzleştirdiklerini yıllarca araştırdım ve bunu yapımlarıma da yansıttım. Her daim farklı türde kültür kaynaklarından beslensem de; Claude Lévi-StraussMircea EliadeRoland Barthes, Michel FoucaultUmberto Eco ve Jared Diamond gibi düşünür, Antropolog ve Filozoflar başvuru kaynaklarımın hep başında yer alıyordu.

Kutuplar’da namaz kıldığınız bölümü birçoğumuz hatırlıyoruz. Fiziksel olarak biraz zor olsa gerek buzulların üstünde namaz kılmak. Nereden aklınıza geldi bu?

Türkiye sınırları içinde gitmediğim il, ilçe, köy kalmadı. Uluslararası gezilerim sırasında da bir düzineye yakın pasaport eskitip, dünya çevresinde en az beş tur attım. En unutamadığım programım ise; ‘TEKSOY GÖREVDE’nin hem kendi içinde kırdığı rekorlar hem de ‘Türk Televizyonculuk Tarihi’ açısından bir zirve noktası olarak anımsanan bölümü 1997 yılı Aralık ayında yayımlanan ‘Soğuğun Kalbine Yolculuk’. Ekibimle birlikte 1997 yılı yaz aylarında oldukça zor bir yolculuktan sonra ulaştığımız Kuzey Kutup Bölgesi/Dairesi ve Grönland Adası’nda yaşadığım serüvenleri oldukça keyifli ve profesyonel bir belgesel diliyle ekranlara taşıdım.

İki bölümden oluşan 90 dakikalık belgesel, o güne kadar kaydedilmiş bütün rating başarılarını altüst ederek, rekorlar kırıp, Türk televizyonculuk tarihinin en yüksek izlenme oranlarını elde etti. Bu belgeselin rekoru sonraki yıllarda da kırılamadı.

Özellikle, Grönland Adası’ndaki bir ‘Buz Çölü‘nde, eksi 20 derece soğukta güçlükle ayakta durabildiğim ve gözlerimden yaşlar süzülürken ‘Şükür Namazı’ kıldığım duygusal anları asla ve asla unutamam.

O dönem sizin yaşadığınız pek çok ilginç şey var ama en unutamadığınız olay hangisi olmuştu?

Sayısız olay oldu elbette. Afrika’da Pigmelerin maymunları avladıktan sonra yemelerini. Antik Mısır Medeniyeti‘nde halen çözülemeyen inanılması güç gizemleri, Peru’da Ölüler Vadisi’nde yaşadıklarımı, İran’da Hümeyni’nin sadık savaşçıları Pastarlar tarafından esir alınmamı, Irak’ta İran jetlerinin bombaladığı ‘Bağdat Petrol Rafinesi‘nde alev alan dev tankerlerin patlaması sonucu ağır yaralanmamı ve daha birçoklarını asla unutamam.

Ben bir konuyu işlediğimde her zaman farklı bir dokunuş yapıyordum ve ekranlara yansıyan her haber reyting rekorları kırmasının dışında ertesi gün sokağa çıktığınızda da konuşuluyordu. Elbette gizemli yerler de dahil, gitmediğim ülke, gezmediğim köy şehir kalmadı diyebilirim. 10 küsür pasaport eskitmemin yanı sıra dünyada çekim yapmadığım 10 ila 15 ülke var. Bunlarda da savaş hüküm sürmekteydi. En çok etkilendiğim yerlerden birisi Mısır diyebilirim. 1994 yılında 45’er dakikalık iki bölüm halinde yayınlanan ‘BİLİNMEYENE YOLCULUK’ ve 2006′da yine iki bölüm halinde ekranlara gelen “GİZEMİN KALBİNE YOLCULUK” adlı Mısır belgesellerim birer klasik haline geldi. Halen daha, elimde fenerle geçtiğim küf kokulu dar labirentlerdeki nefes nefese aktardığım anons insanların hafızalarında. 

Halen etkisinden kurtulamadığım bir diğer anım ise ‘TEKSOY GÖREVDE’ programının sekiz bölüm olarak yayınlanan ‘REENKARNASYON-YENİDEN DOĞUŞ’ Hatay, Adana, Mersin üçgeninde onlarca vakayla karşılaştım. Başka bir bedende yeniden doğduklarına inananların ve de birinci dereceden yakınlarının, tanıkların anlatımlarından yola çıktım. Yaptığım araştırmaların sonucu; gerçek tanıkların ifadeleri doğrultusunda o kişileri bir araya getirdiğimde yaşadıklarım karşısında adeta şoke oldum! Ve de etkisinden oldukça uzun bir süre kurtulmadım.

Şimdi dönüp bakınca insan içinden “yok canım düpedüz kurgu bu” diyor ama o zamanlar seyrederken hiçbirimiz sorgulamadık. Bu bir risk değil miydi sizce?

Hiçbir şey risk almadan yapılamaz. Özellikle gazeteciliğin cesaret ve cüretkârlık gerektiren bir meslek olduğunu belirtmekte de fayda var. Dediğiniz doğru; insanlar beni genelde televizyon programcısı kimliğimle tanıyor, oysa 1972 yılında Hürriyet’in kardeş kuruluşu, Hafta Sonu gazetesinde ‘Magazin Muhabiri’ olarak çalışmaya başladım. 1974 yılında da Hürriyet Gazetesi’ne geçtim. Irak- İran Savaşı’nı her iki cepheden 18 kez izledim. Bağdat’ta İran savaş uçaklarının bombaladığı petrol rafinerisinde sırtımdan yaralandım. 1980 yılında Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ile görüşen ilk gazeteci oldum. Hürriyet gazetesinin haber merkezinde savaş, özel haber, polis ve hava limanı muhabiri olarak görev yaptım. Hürriyet İstihbarat Servisi’nde geçen tamı tamına 18 yıllık yazılı ve emek dolu bir basın maceram var. Çok sayıda yazı dizisi ve özel haberlerle, hep ama hep ilklere imzamı attım. Ancak benim savaş muhabirliği yaptığım dönemde gerçek yani tam anlamda yetişmiş bir gazeteci olmadan savaş muhabiri olunmazdı. Hatta biz o dönem, ne kamuflaj gördük ne kask ne de çelik yelek. Bizim yüreğimiz çeliktendi.

Anlayacağınız bu uzun süreçten sonra başladım TV programcılığına.1992 yılında, Star TV Haber Merkezi‘ne transfer oldum. Bu bölümde 2 yıl süreyle, ‘Özel Haber Muhabirliği’ yaptıktan sonra, 1994’te ‘TEKSOY GÖREVDE’ programını hazırlamaya başladım.

Bu arada cesaret demişken, Ekim 1992’de başlatılan ‘Sınır Ötesi Askeri Harekat’a göstermiş olduğum cesaret ve fedakarlıktan dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri’den bir şilt ve takdir belgesiyle taltif edildim.

Şöyle de bir şey var. Günümüzden geçmişe bakıp yargılamak, pek doğru değil. Yani dönemler arası karşılaştırmaya giriyor bu. Bugün yapay zeka sayesinde, milyonlarca hatta milyarlarca sayıda; imge, simge, sembol ve anlam yüklenmiş sanat eserleribirkaç saniye içerisinde inşa edile bilinir. Bugün Mona Lisa’nın Sfumato tekniği ile yapıldığını biliyor olmak, gelecekte onun Kitsch kategorisine girmesi anlamına gelmez. Ya da Lumière kardeşlerin trenin gara giriş filmi. Bugünden geçmişe baktığınızda anlamsız gelebilir. Ama bu onun yeni bir çağ açtığı gerçeğini de asla ve asla değiştirmez. Güneş Sistemi’nin tarifini yapmış olan Kopernik’in, hata olarak Güneşi evrenin yakınına koyması, onun bilim tarihinde bir dönüm noktası olduğu gerçeğini de asla ve asla değiştiremez. Veyahut da yüzyıl sonrasından geçmişe bakıpta, Elon Musk’ın sahibi olduğu SpaceX firmasının fırlattığı Starship gibi araçların yörüngeye bile oturtulamadığını söylemek, günümüzdeki Uzay projelerinin devrimsel bir çalışma olduğu gerçeğini de asla değiştirmez. Demek istediğimi anlatabildim mi?

Keloğlan Mağarasındaki “saçım benim saçım benim” şiirini ben ezbere biliyorum mesela. Bütün bu metinleri siz mi yazıyordunuz?

Çok basit ve akılda kalıcı değil mi? Her ne kadar basit görünse de, ses geçişleri, T.S. Eliot’ın ‘Çorak Ülke’deki modernist şiirlerine benzer bir yapıda gidiyor. Aslında saç çıkartan “Keloğlan Mağarası”nın temelinde, İskoç sosyal antropolog James George Frazer’ın saç buklesini, bereket sembolü olarak yorumladığı “Altın Dal” yapıtı bulunmaktadır. Daha önceleri sadece yöre halkı tarafından bilinen mağara, yaptığım belgesel, sonrasında turizme kazandırılıp yılda binlerce kişinin ziyaret ettiği bir mekan haline geldi. Görselde yerleştireceğiniz imgenin, insanların zihninden silinmemesi için belli başlı bilimsel disiplinleri bilmeniz gerekiyor. Bunların başında Semiyoloji yani; Göstergebilim ve Görsel Göstergebilim gelir. Saussure, Barthes, Peirce, Derrida, Edmund Husserl ya da Eco bilmeden hatta ve hatta Merleau-Ponty’i duymadan belleklere yaptığım unutulmaz programları yaratamazsınız.

Örneğin, ben bir UFO ya da Reenkarnasyon gibi esrarengiz ve gizemli bir belgesele imzamı atacaksam; analitik psikolojinin babası ve aynı zamanda derinlik psikolojisinin üç büyük kurucu isminden birisi olan Carl Gustav Jung’un paranormal olaylar ve UFO’lar üzerine olan araştırmalarına ve ayrıca Sigmund Freud’un Okültizm, Telepati üzerine düşüncelerini içeren makalelerini ve araştırmaları üzerine çalışarak bu belgesellere imzamı attım. Platon’un ‘’Devlet’’ adlı yapıtının sonunda anlatılan ‘’Er’’ Mitosunda; Ruhun art arda birçok kez ortaya çıkması yani ruh göçünde geri dönüşü kalıtımın aksine, ruhların özgürce seçilmesine dayandırdığını bilerek ve bu alanda sayısız araştırma üzerinde çalıştım. Alanında yetkin akademisyen ve bilim adamlarına danışarak izlenme rekorları kıran unutulmaz belgeselleri ortaya çıkardım.

Kant’ı, Sartre’yi, Heidegger’i ya da Gilbert Ryle’ın ‘Makinedeki Hayaleti‘ terimi veya Thomas Nagel’ın ‘Yarasa Olmak Neye Benzer‘ gibi kavramlarına aşina olmalısınız ki, izleyiciye sıradan bir programdan ötesini sunabilesiniz.

İnterneti biraz karıştırınca sizin hakkınızda aslında çok eğlenceli biri olduğunuz yönünde yorumlar var. Biz sizi ekranda daha durgun, daha ciddi görüyorduk. Eğlenceli misiniz gerçekten?

Yerine göre ciddi, yerine göre eğlenceli, yerine göre ise; mizah, kara mizah ya da humour. Yaptığınız iş ne gerektiriyorsa, ona göre uyum sağlarsınız. Internet demişken, 18. yüzyılın ortasında İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi o dönem her şeyi temelinden bir değişime uğrattı. Klasik iktisat bu dönemde Serbest Pazar Ekonomisi’nin fikir babası İskoçyalı filozof Adam Smith tarafından çıktı. Klasik İktisat Okulu; Smith’in yanı sıra Jean-Baptiste Say, David Ricardo ve John Stuart Mill tarafından kuruldu. O çağlarda bu elbette ki çok büyük bir olaydı ve bugün de dijital kavramı çok daha büyük bir olay. Yirminci yüzyılda ise ‘Medya Gurusu’ olarak anılan ünlü iletişim kuramcısı Marshall McLuhan, medyanın gücünü onu kontrol edenlerden çok önce fark etti ve ‘Global ya da Küresel Köy’ adıyla etkileyici gözlemler ortaya koydu. Ardından Fransız sosyolog ve filozof Jean Baudrillard, Simülasyon kuramıyla ‘Hipergerçeklik’ dünyasından bahsederek çığır açtı. Bugün ise Metaverse yani; sanal evren gibi kurgusal evrenlerin konuşulduğu (Güney Koreli kültür kuramcısı ve filozof Byung-Chul Han’ın bahsettiği) dijital bir psikopolitika çağına doğru gidiyoruz ve ‘Büyük Veri (Big Data)’ adıyla anılan geniş bilgi verilerinin toplandığı yeni bir dünya düzeninde yaşıyoruz.

Artık internet üzerinde yaptığımız alışverişten, sosyal hayatımıza kadar her şeyin kayıt altına alındığı ve bu sayede insan davranışlarının ölçülebildiği, öngörülebildiği ve geleceğin hesaplanabilip yönlendirilebildiği (Fransız filozof Michel Foucault’nun bedeni toplumsallaştıran ve disipline eden Biyopolitika terimiyle birleşen) bir Data Evreni’nde hayat sürmekteyiz.

Rönesans döneminin en büyük sanatçılarından Michelangelo, Vatikan’da Sistina Şapeli tavanındaki çalışmasına başlamadan önce şöyle der; “Tanrım beni benden al ki, sana hizmet edebileyim’. Ve ondan sonra dört yıl süren çalışmasının ardından dünyaya destansı bir eser sunar. Burada önemle vurgulamak istediği şu; bütün benliğini ve gücünü vererek emek sarf eden bir sanatçıdan bahsediyorum.

Fakat şu dönemde, her şey çok daha farklı. Örneğin, günümüzde medya, geçirdiği evrim sonrasında artık ‘Dijital Çağ’da Gazetecilik’ adıyla anılıyor. Bu dönemde yapılan işler tamamen, tıklanma üzerine kurulu. Internette ve sosyal medyada milyonlarca takipçi yanılsaması mevcut. Ben ekranlarda her yayınlandığında izlenme rekorları kıran, televizyon tarihinin reyting rekorları kırıp unutulmazları arasında zirvede gösterilen programlara silinmez damgamı vurdum. Bunu TV dünyasındaki rekabetin en yüksek olduğu, reyting yarışlarının zirve yaptığı dönemde az önce bahsettiğim kavramların farkında olarak yaptım.

Demek istediğim şu; Çağ, her zaman değişir, bu değişimde de çağa ayak uyduranlar ve yaşadığı devri iyi tanıyanlar zihinlerdeki sonsuzlukta yerini alır. Bununla birlikte medya dünyasına adım atacak olan genç kardeşlerime küçük bir öneri de bulunayım. Rönesans’tan sonra gelişen modern Avrupa felsefesinin kurucularından birisi olan İngiliz filozof John Locke, insan beyninin doğuştan gelen bir fikirle meydana gelmediğini başlangıçta Tabula Rasa yani; “Boş Levha” olduğunu klasik önermesinde belirtir. Bu felsefeden yola çıkarak şunu asla unutmasınlar ki; Başlangıçta herkes eşittir ve kimse doğuştan yetenekli değildir. Aslında tüm sır; yaptığın işi severek, yılmadan çok çalışmakta, alın teri ve emekte gizlidir.

Sizi göremiyoruz artık. Neler yapıyorsunuz şimdi?

Dünyanın en büyük streaming şirketlerinden Netflix’in rekorlar kıran dizisi Stranger Things‘in Türkiye’de yayınlanan 2. ve 3. sezon kısa metrajlı tanıtım filmlerinde oynadım. Her biri izlenme rekorları kırarak sosyal medyayı salladı ve reklam dünyasının önemli ödülleriyle taçlandırıldı. Ekranlardan uzak olduğum bu süreçteyse kendi alanıma dair araştırmalarıma ve görüşmelerime devam ediyorum. Düzenli olarak dünyanın farklı ülkelerinden örnek vermek gerekirse; Amerikalı filozof Noam Chomsky, Kanadalı gazeteci Naomi Klein, Amerikalı Gazeteci Rebecca Solnit, Slavoj Zizek ve Byung-Chul Han gibi düşünürlerin gündeme dair yorumlarını ve kitaplarını takip ediyorum.

Sarı montunuz herhalde televizyon ekranlarındaki ilk imaj çalışmalarından biri olabilir. Duruyor mu o mont? Hala giyiyor musunuz?

Bir işe başlamadan önce, ön çalışmasına uzun bir zaman ayırırım ve her detay benim için çok ama çok önemlidir. Üzerime giydiğimde benimle bütünleşen ve bir simge/sembol haline gelen ‘Sarı Kaban’ da buna dahil. O dönem Alman fizikçi Joseph Von Fraunhofer‘in adıyla anılan ünlü tayfsal çizgiler “Fraunhofer Çizgileri” ve Avusturyalı matematikçi ve fizikçi Christian Andreas Doppler’in “Doppler Etkisi” gibi önemli araştırmaları inceledim. Alman siyaset adamı, edebiyatçı ve düşünür Johann Wolfgang von Goethe’nin ‘Renkler Kuramı’nda, İngiliz fizikçi Isaac Newton’ın “6 çeşit renk vardır” saptamasına karşılık olarak sadece mavi ve sarı renklerinin ana renk olduğunu savunmuştur. Bu teoriden yola çıkarak önümde iki seçenek vardı ve ben ‘Güneş nasıl sarıysa ben de bir güneş gibi parlıyorum’ diyerek, sarı kabanı üzerime giyidim ve gizemin kalbine doğru adımlarımı kararlı ve hesaplı bir şekilde attım.

Sizi yakınlarda yine görecek miyiz? Özleyen epey insan var çünkü.

Şu an Siyaset Bilimci ve Sosyolog olan eşim Müge Teksoy ve Sinema yazarı/Film Eleştirmeni oğlum Efe Teksoy birlikte kah anayurdum da kah Okyanus ötesinde gösterişsiz bir yaşam sürmekteyiz. Teklifler geldikçe de değerlendiriyorum.

Tüm değerli dostlara, tm Türkiye’ye selam ve sevgilerimle. 

Ben, Sadettin TEKSOY

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir